
Sadece ulus ölçeğinde değil, dünya genelinde şiddet ve yıkıcılık artarak devam etmektedir. Saldırganlığın kökeni ve doğasının nedenlerinin teorik açıdan incelenmesi zaruri görülmektedir. Bu zaruriyetin şaşırtıcı olmaması, meselenin pek ciddi olarak belirmesi ile boyutları bakımından etraflı ve çok yönlü olmasından kaynaklanmaktadır. Şiddetin ulaştığı düzey ve boyutlarının anlaşılabilmesi için akla gelebilecek ilk ve büyük neden, savaş korkusunun tüm dünyayı sarmalamış olmasıdır. Bu korkuyu kat ve kat pekiştiren ve güncelliğini koruyan, Kovid 19 virüsünün tüm küreyi etkisi altına almış olması da bir neden olarak görülebilir. Gülmeyi unutan insan sadece korkusunu ifade edebilir.
İnsanlık, insanlaşma sorununun son aşamasında en büyük yenilgisini ve hayal kırıklığını yaşamaktadır. İnsanı tutku ve umutlarından uzaklaştıran biyolojik savaş, içine kapanmış bir dünyanın yaşam savaşı vermek durumunda hissettiği zaruriyet, var olmak için sanat ve kültür üretimi yerine en zorunlu beslenme meselesi içinde kalıp kavrulması onun varlığını ve onurunu tehdit altına almaktadır.
Özellikle Freud gibi devasa araştırmalarından öğreniyoruz ki cinsel dürtünün en ilkel yanı olan üreme içgüdüsünün gittikçe yeniden tazeliğini ilan eder konuma gelmiştir diyebiliriz. Cinsel dürtü bağlamında yoğunlaşan bu eski kuramın gözden geçirileceğini hep söyler dururduk. Ancak bu içgüdüye eşlik eden ve 1920’lerde “yıkıma uğratma tutkusu (ölüm içgüdüsü) ile sevgi tutkusunun (yaşam içgüdüsü) nü cinsellik ile eşdeğer güçte görülmesine yönelik eleştireler güncel dünyanın genel haline bakınca pek havada kalmaktadır. Sanki ve gerçekten Freud haklı olsa da, hala pek geçerli bir kuram ve aşılamamış bir söylemde bulunmaktadır. İnsanlık kendini bir tek koruma içgüdüsünce denetlenen cinsel arzuyu (libido), insanın asıl tutkusu olarak gören bir kurammış gibi düşünmüş olsa da, şimdilerde ruhsal kısırlık yaşayan insanlık için cinsel arzunun tek ve olması gereken bir temel içgüdüye yeniden dönüştüğünü gözlemlemekteyiz.
Kovid 19’un yol açtığı cinsel ve ruhsal kısırlık, insan içinden kopan ölüm ve yıkıcı itkinin güçlenmesine de yol açmaktadır. Korku içinde geçen zamanın ve yıkım içinde ilerleyen zamanın akışını değiştirme gücünü kendinde bulamayan insan ve topluluklar, şiddetin vahşi doğamızdan denetlenemez bir saldırganlık dürtüsünden kaynaklandığı tezinin doğrulandığını görebiliriz. Bu tez evrim kuramının en temel yasasıdır.
Saldırganlık sürekli akan bir enerjinin beslendiği bir içgüdüdür. İçgüdüsel bir harekete özgü enerjinin sürekli olarak sinir sistemimde birikerek ve bir uyaran olmasa bile bir dışavurum yolunu mutlaka bulur ve patlamaya hazır olarak var olur. Saldırganlık içgüdüsünü yerle bir eden korku ise insanın hareketsiz ve eylemsiz kalmasına neden olduğundan çalışamaz hale dönüşen sinir sisteminde birikmiş enerjinin kendisi, hiçlik içinde pasif agresyona, diğer bir deyişle kendine yönelik imha sürecini başlatan bir sürece girmesi kaçınılmaz göründüğünü gözlemlemekteyiz. Kovid 19’un işlevsel olan tarafı tüm insanlığı korkuya sevk ederek, yeni bir kurgu yaratmış olmasıdır. Korku ile oluşturulan kurgunun insan üzerindeki etkisi sadece travmatik değil, insanın en temel içgüdüsünün etkisiz kılınması ve onun ruhsal olarak iğdiş edilmesi, Fransız devriminden beri ilk kez demokratik haklarını kullanamamasına yol açmıştır.
Sosyo ekonomik olarak, varlığı tehlikede olan insanın direnme koşulları daha da zorlaşmış ve giderek yaşam mücadelesi ile yaşam kavgası vermek durumunda kalmıştır. Aslında Fransız devriminden sonra oluşan toplumsal bilinç ve temel hakların garanti edilmesi, uygarlığımızın en belirgin özelliklerindendir. Ancak Kovid 19 korkusu ve kurgusu ile çağdaş uygarlık çok ağır bir darbe almıştır.
Her şeyden önce, insan soyunun kalıtımsal bir kötülüğü olma özelliğini sürdüren saldırganlık dürtüsünün yıkıcı yoğunluğu atalarımızı etkileyen tür içi bir ayıklanma sürecinin sonucudur. İnsan silaha, yiyeceğe, giyeceğe ve toplumsal örgütlenmeye sahip olma, böylece de açlık ve yabani hayata karşı koruyucu önlemler yetisini geliştirerek veya bu gelişimi sağladıktan sonra kendi içinde yeni bir ayıklanma sürecine girerek bu bahsettiğim saldırganlık dürtüsünün yeni formu olan tür içinde kendine özgü yeni tür- içi kavgalarını yaratarak ve şimdilerde devletler arası sınır ve her tür kavga ve çıkar savaşlarını sürdüre gelmiştir. Kovid 19, savaşları durdurmamıştır, o daha derinden insanlığa karşı açılmış savaşın ismidir. Bu süreç, dolaysıyla yeni bir ayıklanmana sürecidir.
Ne var ki, insan, bir katil olabileceği gerçeğiyle hayvanlardan ayrılır. Biyolojik olsun, ekonomik olsun hiçbir nedene dayanmaksızın kendi türünün üyelerini öldüren, onlara işkence eden ve bunu yapmaktan haz duyan tek tür primat insan türüdür.
İnsandaki birbirinden bütünüyle farklı iki saldırganlık türü arasında ayrım yapmak gereklidir. İnsanda ve bütün diğer hayvanlarda ortak olan birinci tür saldırganlık, yaşamsal çıkarlar tehdit altında kaldığında ortaya çıkan, kalıtımsal olarak programlanmış bir saldırma veya kaçma itkisidir. Bu savunucu ve yumuşak saldırganlık bireyin varlığını sürdürebilmesine hizmet eder. İşte benim sözünü ettiğim ve kurgulanmış korkunun (Kovid 19) yarattığı durum, insanın kaçma ve kendini savunma yetisinin elinden alınmış olup, programlanmamış yıkıcı saldırganlık düzeyine vararak hem kendini imha etme sürecine girmesi ve hem de kendi hak ve hürriyetini koruyabilmek için elinden tüm zeminin kayması ile sonuçlanan zalimlik ve yıkıcılık diye tanımlayabileceğim kıyıcı bir pozisyona düşmesi söz konusudur. Bu tür bir saldırganlık kıyıcı bir özellik içinde gelişip konumlanıyorsa ki bu insanlık için iyi bir haber değildir.
Ne var ki, insan var oluşunun koşullarının neler olduğunun öğrenmek istediğimizde daha başka sorularla karşılaşıyoruz; İnsanı doğası nedir? Nasıl olmalıdır beklentisin de olan insan, kendini ne kadar sorgulayabilmiştir? İnsanı insan yapan nedir? Bu tür sorulara yönelik elbette felsefenin söyleyeceği bir çok şey vardır. Maddi olgular üzerinden nesnel gerçeklik gibi bir iddiası olmayan bazı spekülatif söylemler olabilse de, Heidegger ve Sartre’in ortaya koydukları felsefi söylemlerin önemi yanında, kuşkusuz insan için ve insana dair, insanın varlıksal olgu olarak metafiziksel ölçüde tanımlanması, bana metafiziğin dışında, bir çözümlemenin gerekli olduğunu hatırlatmaktadır. Zira insanın tutku ve içgüdülerini anlamak için, bu iki özelliğini birlikte ve birbirinden ayırmadan paralel düşünmek, insanı anlamak için önemli bir pencere olabileceğini düşünüyorum.
Tutku, yaşama anlam verme arayışı içinde olan insanın varlık olabilme özelliğinden gelen ve herhangi bir tutkusunu koruyabilmek için ise kıyıcı - sadist bir saldırganlığa gerek duymadan, yumuşak saldırganlık dürtüsü ile tutkularını koruyan ve kendini var eden sanat ve kültür hayatında olan insanın ekonomik olarak var olabilmesini sağlarken, kıyıcı – sadist saldırganlık dürtüsünde olan insanın ise sanat ve kültür hayatı içinde olamayan ve kendini imha ederken, bir diğerine yaşam hakkı tanımayan yeni bir türe doğru hareket etmektedir. Maalesef…
Yorum Yazın